Bir yaz sabahı...

Gözümü açar ve tavandaki siyahlıklara bakarım... Daha saat sabahın 6'sı ya da 5'i ama beni bu saatte uyandıran birşey var ortamda... Etrafı izleyip sesleri dinliyorum. Aşağıdan çıngırak ya da zil sesleri geliyor.

"Möööööö"...

Dayım malları ahırdan çıkarıyor, bunu anlamak için sadece ses gerekmiyor, tezek kokusu da peşinden geliyor.

Bir bahar sabahı...

 
Asosyalistik   Mahir

- Bakıyorum yine bilgisayar başındasın, çıkmıyorsun dışarı!
- Çıkmıyorum çünkü dışarıda kar yağıyor.
- Dalga mı geçiyorsun?
- Bak dışarıya...
- Hımmm... İyi de kar yağıyor diye dışarı çıkmaman bir mazeret olamaz.
- Aso, git başımdan...
- Vizeye ne zaman çalışacaksın? 5 gün var diye, rahat mısın?
- Hayır rahat değilim.
- O zaman çalış!
- Aso... Çekil köşene uyuyacak mısın? Ne yapacaksan yap!
- Tamam be!
 
Kampüs hayatı aslında biraz gerçek hayattan soyutlanmış gibidir... Bu soyutlanmayı gidermek için arada bir gazete okumaya çalışıyorum... Bugün Radikal'de okuduğum bir haber dikkatimi çekti: "Japonya depremi Fatsa'yı salladı". Haberi okumadan yapılan yorum: Demek biz de depremi hissettik... Meğer haber daha farklıymış:

Fatsa ilçesine hiç gitmedim, ancak Ordu'yu gördüm... Tek geçim kaynağı fındık ve balıkçılık... Bundan dolayı çoğu vatandaş yurtdışına çıkıp ekmeğini kazanmaya çalışıyor.

Haberden ilgimi çeken bazı notlar:
- Japonya'da çalışan Türklerin yarısından çoğu Fatsalıymış(5 bin).
- Çalışan Fatsalı şu ana kadar 700 bin dolar biriktirmiş ve bu paranın bir çoğu Fatsa için yatırıma dönüşmüş.
- Nagoya Türk-Japon Derneği kurulmuş ve bu dernek iki kültürün kaynaşması için çeşitli faaliyetlerde bulunmaya başlamış.
- Japonya'ya giden çoğu Türk ağırlıklı olarak ‘kaitai’ denilen ev yıkımı, otomobil parçalama işinde çalışıyormuş ve bu işten bir kişi ayda ortalama 4-5 bin dolar kazanıyormuş (acaba Japonya'da çalışmaya mı gitsek?!)

Devamı aşağıda...
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?a&ArticleID=1044039&Date=26.03.2011&CategoryID=77
 
Hani bir çocuk şarkısı vardı: "Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür; gitmesek de gömesek de o köy bizim köyümüzdür..." Aslında doğru bir tespittir, ancak hataları da vardır...

Öncelikle neden oradaki bizim köy gitmediğimiz sürece bizim olacak, yani gitmediğin bilmediğin köyü neden sahipleneyim...

Diye düşünerek bi kapının önünde durdum: AİBÜ MMF Konferans Salonu saat 17.20... Bu saatte millet ya yemekte ya derste ya da eğlencede... Bir şey beni o kapıya götürmüştü: Peşimi bırakmayan Sosyal Sorumluluk kavramı. Salonda bir projenin sunumu yapılacaktı: "Üniversite'den Köye Göç!". Bu sunuma bir sebepten dolayı daha gitmiştim: Sunumu benim bölümümden bir arkadaş yapacaktı ve o arkadaş da az çok TOG'u duymuştu.

 
Picture
Ben ve Mahir :)
Asosyalistik Mahir

- Yorgunum, seninle hiç uğraşamam...
- Yine ne yaptın? Boş işlerle mi uğraşıyorsun yine?
- Evet boş işlerle uğraşıyorum, sana göre boş olan ama bana göre dolu olan işlerle uğraşıyorum.
- İyi de neden bana bağrıyorsun ki?
- ... Özür dilerim... Bugün olanlar canımı sıktı biraz...
- Ne oldu bugün? Birileriyle mi tartıştın?
- Bugün AGEH için arkadaşlarla valiliğe gittik...



 
12 Şubat 2011...

10'daki otobüse binmem için saat 8.45'de yazıhanede olmam gerekiyor. Ancak otobüse Esenler'de binmeyeceğim, Ataşehir'de 30 dakika bekleyeceğim. Bir bavul, bir sırt çantası, bir de ufak çantam... Evet bu sefer laptop yok. 4 saat yolculuktan sonra yurda geldim... Boşaltılmış bir yer gibiydi: Kapıları açık odalar, çarşafsız yataklar, bozuk musluktan akan su sesleri... Ortamdaki sessizlik huzur yerine tedirginlik veriyor... Saat 20'de uyumayan bünye yapacak bir şey bulamayınca mecbur uyuyor...

13 Şubat 2011...

Can sıkıntısından kurtulmak için çarşıya inmeyi düşündüm: Hem internete girebilirdim, hem de bir iki tanıdık görürdüm... Şöföre 1 TL'yi uzatacakken ön camda asılan yazıyı gördüm: "Öğrenci 1.10 TL, Sivil 1.35 TL"... 10 kuruş zamlanmış. Aşağı indik, dolanmaya başladık. Bir iki dükkan yer değiştirmiş, kimi kapanmış, kimileri açılmış... Yine ortalıkta sessizlik... Hazır çarşıya inmişken iş arayan dükkanlar var mıdır diye vitrinlere bakmaya başladım. "Bayan eleman aranıyor...", "Tam zamanlı eleman ara..."... Bir ilan ilgimi çekmişti, dükkana girdim ve "Öğrenciye vermiyoruz".

Böyle bir ruh haliyle yukarı çıktım: 1.10 TL... Ve yine erken yatış...

14 Şubat 2011...

Dersler başladı, sevgiler gününü kutladı, kandil simitleri çaylara batırıldı. Yine 1.10 TL verildi şöföre ve akşam üstü köşeyi dönerken arkadaş: "Mahir bak, eleman arıyorlar." Bir pastahanenin camında iş ilanı vardı. Hemen içeri girdik: Öğrencilere veriyorlar, part-time çalıştırıyorlar, fiyatı da uygundu... İlk iş görüşmem ve kabul edilirsem de ilk işim olacak. Dükkandan çıkarken arayacaklarını söylediler (herhalde bilindik bir söylem). Yurda çıkarken düşünmeye başladım: yarı öğrenci, yarı çalışan...

15 Şubat 2011...

Aramadıkları için tekrar dükkana gittim, daha ortalıkta kimseler yoktu ama saat 12'ye geliyordu... Tekrar konuştum, dükkanın sahibi şehir dışında... Adamla şu ana kadar tek ortak yanımız: Gıda Mühendisliği... Eli boş döndüm kampüse... Yarın ders var.

16 Şubat 2011...

Saat 10. Halen daha yatakta yuvarlanıyorum, öğlenden sonra ders var. Ders bizim fakültede değil Fen-Edebiyat'ta. Güç bela odayı bulduk, ancak hoca çoktan içeri girmiş ve "Sorusu olan?" demişti. İyi de saat 13.40, ders şimdi başlamadı mı?

İşte böyle başlıyoruz...
 
Picture
... son ders... hocanın elinde karneler ve sırayla karnesini alan öğrenciler: kimi seviniyor, kimi üzülüyor. Sonra hocam: "633 Mahir." diyor. Ayağa kalkıp karneyi alıyorum büyük bir sevinçle...

İşte böyle bir anı hep gözümün önüne geliyor, ufaklıkların elinde karneleri görünce... Bir de 4. sınıftan sonra takdir ya da teşekkürünüz oluyor.


 
Picture
Dün (yani çarşamba günü)...

Ders başlamadan önce dışarıya çıktım; daha doğrusu dersin başlamasını beklerken dolaşıyordum. Yan sınıfın kapısı açıldı ve Gülsün Hoca dersten çıkmış odasına ilerliyordu. Selamımı verdim oturduğum yerden ve bir an hocanın aklına birşey gelmiş gibi tekrar geri döndü:

- Mahir bir yarışma var, bana aktif bir öğrenci var mı diye sordular. Benim de aklıma sen geldin.



 
Picture
Eski oda arkadaşım... Az önce girmiştim o odaya... Ve içimde anlamsız bir mutlulukla çıktım... Bir 5-10 dakika öncesine dönelim:

Eski oda arkadaşıma emaneten verdiğim sırt çantamı almak için odasına gitmiştim. Kapıyı açıp kısa holü geçtikten sonra bir komodin üstünde 10'dan fazla üst üste yığılmış kitaplar gördüm. Tabii ilk sözüm: "Hangi okula yardım edeceksiniz?" oldu. Ama kitapları şöyle bir inceleyince çocuk kitapları olmadığını farkettim.


 
Picture
2000'lerin başı...

Hayatımıza "Çemberimde Gül Oya" adlı bir dizi geçti. Ergenlik zamanlarımda pek anlayamamıştım ne dediklerini... anarşizm, sağ, sol, dava vs. vs.

2010'ların sonu...

Dizi yayından kaldırılalı çok oldu ama unutulmadı. Aklıma geldi, tekrardan izlemeye başladım. Ama o kavramlar yerine bana başka düşünceler geldi. Dizide farklı kadın karakter var: Feriha, Yurdanur (Feriha'nın annesi), Madam Niki (konağın sahibi), Zarife, Canan (konaktaki komşu), Sema (Yurdanur'un annesi), Suna Teyze (Konağın teyzesi), Sultan (Zarife'nin annesi)... Hepsi de ayrı dünyaların karakterleri gibiydi: